Hem iktidarın hem de muhalefetin, “dönüm noktası” olarak değerlendirdiği 14 Mayıs seçimlerinde bir viraj daha geride bırakıldı. Bahsettiğim viraj, milletvekilliği aday adaylığı başvuru süresinin sona ermiş olmasıdır.
2018 yılında yapılan milletvekili seçimlerine göre birçok partide aday adaylığı başvuru sayısında artış var. Bu, yurttaşların siyasete ilgi duyması, kent ve ülke sorunları ile alakadar olması bakımından iyidir. İyi olan başka bir konu ise, rekabet ortamının oluşması, “rakipsizliğin” ortadan kalkmasıdır.
Yani, siyasetin belli bir zümrenin başka bir demeyle, “soyluların” tekelinden çıkartılarak halk tabanına yayılması, “avam”laşması anlamına gelmektedir.
Başka önemli bir konu ise böylelikle siyasetin, “üst tabaka” mesleği olmaktan çıkmasıdır. Bunlar güzel ve bir o kadarda önemli şeyler.
Peki tabandan seçilenler, seçildikten sonra “üst tabaka”ya dikey geçiş yapabilirler mi, elbette ki yapabilirle. Hatta yapma olasılıkları da yüksektir! Konuyu daha da ileriye taşıyacak olursak, belki de kimilerinin asıl hedefi de budur! Elbette ki bu sadece bir olasılık, daha da ötesi, bir niyet okumasıdır!
Siyasetin tabana yayılmasının sadece güzel yanları mı var?
Elbette ki hayır!
Her şeyin iyi ve güzel yanlarının olması gibi, bir de olumsuz olarak değerlendirilecek yanları vardır.
Bunlar; aday adaylığının halk tabanına yayılması ile birlikte aday sayısının artmasının yanısıra, niteliğin görece düşmesi, yani “vasıfsız vekil” tehlikesinin oluşmasıdır!
Eminim ki şu soruyu soranlar olacaktır:
Şimdiye kadarki vekillerimiz çok mu vasıflılardı?
Bana kalırsa, “vasıfsız”lık ile “pasiflik” birbirine karıştırılmamalı! Kişi vasıflı olabilir ama bu, kentin sorunlarının giderilmesi bakımından üzerine düşen rolü oynayacağı, çok aktif olacağı anlamına gelmiyor! Yani nitelikli olabilir, ancak rol ve misyonlarını oynamamış olabilirler.
Kentimiz hızla gelişiyor, sorunlar ağır, siyasi atmosfer saz teli gibi gergin! En önemlisi de mevcudiyette bize ve yeni kuşaklara bırakılan kötü bir miras var. Bu, “Siyaset, köşeyi dönme, yolunu bulma, hızla yükselme, hayatı boyunca çalışarak ulaşamayacağına çok kısa bir sürede ulaşma”dır. Hal böyleyken, birçok kişi, kentin vekili olmak yerine, vekilliği bir basamak olarak kullanma, hayallerine ulaşmada bir araç olarak değerlendirme şeklinde görebilir!
Bu anlamda geçmiş yıllar, ülkemiz ve kentimiz açısından oldukça talihsiz bir süreçtir!
O halde partiler ne yapmalı?
Her şeyden evvel kendilerini, parti politikalarını ve programlarını iyi şekilde temsil edebilecek, sahada da oldukça aktif, kent sorun ve problemleri ile yakından alakalı, çözüm odaklı adayları belirlemeleri kendi partisel çıkarları ve kent çıkarları kısacası herkesin çıkarları açısından oldukça önemlidir. Çünkü partiler, kendilerini kendi seçilmişleri üzerinden halka aktarır, kendi parti programlarını onlar üzerinden yaşamsallaştırırlar.
Yani, partilerin seçilmişleri, onların aynalarıdır.
Siyaset kurumu, her ne kadar son zamanlarda büyük oranda rayından çıkmış, itibarini kaybetmiş bir kuruma dönüşmüş olsa da, öz itibari ile halka ve ülkeye hizmet etmenin en profesyonel, en nitelikli, en güçlü aracıdır. Bu aracı yanlış veya yerinde kullanmayanlar, bu silah ile vurulmaya ve etkisizleşmeye de mahkumdurlar.
Bunun için Türkiye’nin yakın tarihine bakmak yeterlidir!
CHP, yetmiş yılın ardından (Ecevit dönemleri hariç) ilk kez iktidar olmaya doğru yol alıyor, o da ittifak desteği ile.
Geçmişin kudretli iktidar partilerinden ANAP, DYP, DSP gibi partilerin bu gün esamesi bile okunmuyor. Şuan var olan kimi partilerin, önümüzdeki birkaç yılda aynı son ile karşılaşması işten bile değil!
Dolayısıyla siyasi partilerin, kendi misyonlarına göre davranmaları, bu doğrultuda halka eğilmeleri ve halkla en güçlü bağları olan adaylarını bu bilinçle seçmeleri kendi gelecekleri açısından da büyük önem taşımaktadır.
Şunu da ilave edelim; 14 Mayıs seçimlerinin hem muhalefet hem de iktidar bakımından en temel argümanı, “şu, dış güçlerin adamıdır”, “şu, vatana millete ihanet ediyor”, “şunlar kazanırsa ülke elden gider”, “şunlar kazanırsa ülke batar”, “ben olmazsam, dünya yok olur”, “ben olursam dünya kurtulur” gibisinden akla hayale sığmayacak söylemlerdir!
Şöylesi bir tespitte bulunmak yerinde olacaktır; fikri olmayanın zikri saldırgan ve tahripkar olur! Çünkü üstünlük kurmanın, rakibini alt etmenin başkaca bir yolu kalmamıştır. Bunu düşünceleri, projeleri ve programları ile yapamayınca, söylemleri ile yapıyor.
Oysa bu denli önemli ve hayati derecede olan bir seçimde sadece parti programlarını, yaşantımıza, özgürlüklerimize, kent ve ülke ekonomimize ilişkin programlarını tartışmamız gerekiyordu.
Bu var mı, hayır yok!
Ne var?
Şu güvenilir mi, şu hırsızlık yapar mı, şu adamcılık yapar mı, şu torpil yapar mı (…)
Bu kadar önemli ve hayati derecede olan bir seçime bu denli lakayt ve ciddiyetsiz argümanlarla giren bir halka Allah yardım etsin…