İDRİS YILMAZ / AJANS65 TV

Tarih 6 Şubat 2023’tü, Merkez üssü Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesi olan 7.7 şiddetindeki depremin haberini aldığımda, içimden sıradan bir deprem olması için dua etmiştim. Ancak sosyal medyaya ve televizyonlara düşen görüntüler inanılmaz derecede korkunçtu. 23 Ekim 2011 tarihinde yaşadığım ve ailemin enkaz altında kaldığı Van depreminden daha korkunç bir depremdi. Henüz depremin yarattığı vahşet boyutunu öğrenmeye fırsat bulamadan yola koyuldum. Yola çıktığımda bir elim aracın direksiyonunda, diğer elim ise telefondaydı. Sayfaları her yenilediğimde yeni bir fotoğrafla karşılaşıyordum.  Görüntüler ürkütücüydü. Van ile Bitlis arasında yağan aşırı kar yağışı yol vermiyordu. Çoğu zaman görüş mesafesi sıfıra iniyordu.  Bu sırada kıl payı bir kaza atlattık. Aracımız metrelerce sürüklendi.

Yağmurun altında çığlıklar

Zorlu bir mücadele sonrası Diyarbakır’a varmayı başarmıştım. Binlerce araç mahşerden kaçarcasına güzelim Diyarbakır’ı terk ediyordu. Buradan itibaren depremin yarattığı felaketin korkunç yüzünü görmeye başlıyorduk.  Diyarbakır’da durmadık çünkü hedefimiz Adıyaman’a ulaşmaktı. Depremin en çok yıktığı kentlerden biri olmasına rağmen çığlığı en az duyulan bir şehirdi. Uzun bir yolculuk sonucunda Adıyaman’a ulaşmayı başardık. Karanlık kenti esir almıştı, yıkılan binalar karanlıkta zar zor fark ediliyordu. Adıyaman Türküsüyle bildiğimiz o güzelim kentte türkülerin yerini ağıtlar, inlemeler ve yardım çığlıkları almıştı. Suni ışıklar altında bir grup insan Zümrüt Apartmanının altında bulunan sese odaklanmış ve buradaki insanları kurtarmaya çalışıyordu.  Bu sırada yağmur sinsice bastırıyor, can kurtarmaya çalışan insanların işini zorlaştırıyordu.

Ölülerin yüz ifadesindeki çaresizlik

Bir avuç insan vardı enkazlarına başında, ellerinde demirleri kesemeyecek kadar kör olan demir kesme makasları, enerjiyi jeneratörden alan, arızalı uzatma kablosundan zaman zaman kesilen ışıkla, enkaz altında olan kadını ve 12 yaşındaki yeğenini kurtarılmaya çalışılıyordu. Belki de depremin en şanslısı onlardı. Bir şekilde fark edilmişlerdi. Büyük bir özveri ve çabanın ardından bedenlerini sıkıştıran enkazın altında kurtarmayı başarmıştılar. Fakat bir alt kattakiler onlar kadar şanslı değildi. Sesleri duyulsa bile onları çıkarmaya yetecek ne gerekli teknik donanım nede ekip vardı.  ‘Zümrüt Apartmanı’ydı yıkılan binanın adı, büyük emekler ve hayallerle alınan her bir ev mezar olmuştu Adıyamanlı ailelere. Yakınında geçtiğiniz her bir enkazın altında inleme seslerini duymak mümkündü. Betonlar arasına sıkışarak can veren insanlarla doluydu Adıyaman sokakları. Adıyaman Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi çeşitli renklerde olan battaniye ve bezlere sarılmış insan cesetleriyle doluydu. Ölülerin bedenlerinde canları çekilmiş olsa bile yüzlerindeki çaresizlik ifadesi canlıydı.

Çocuklarını arayan anne ve babalar, anne ve babalarını arayan çocuklar

Adıyaman Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi aydınlığın olduğu tek binaydı. Hastane yaralılarla doluydu, doktorlar ağrıları dindirmeye ve yaralıları tedavi etmeye yetişemiyordu. Mahşeri kıyamet gibiydi etraf, yalın ayakla anne ve babalarını arayan çocuklar, cesetler içinde çocuklarını arayan anne ve babalar... Kimisinin yarası açıktaydı, kimisinin ise kolu alçıdaydı. Gözlerde akan yaşlar yara almış bedenin acısından çok daha ağırdı. Yüreklerdeki feryat artık sıradanlaşmıştı. Hastanede yakılan ağıtlar sıradan bir ortamda yapılsa insanlar merak eder toplaşırdı. Ancak hastanede her bir kişinin acısı bir diğerinden daha ağırdı. Etrafı gözlemlerken dikkatimi çeken, sedye üzerinde yaşı tahminen 7-8 olan bir kız çocuğu vardı. Annesinin özenle taradığı saçlar, tozdan renk değiştirmişti. Annesi ağıt yakıyordu başında, “ Kızım ne olursun uyan, benim senden başka kimim var. Ne olur beni yalnız bırakma, hadi aç gözlerini Allah aşkına” ifadeleriyle çaresiz bir feryat yakıyordu. Kimsenin dokunmasına izin vermiyordu. Kızının öldüğünü söyleyenlere öfkeyle bakarak, “ O bana hep bu numarayı yapar, sonradan uyanır boynuma sarılır” diyordu. Avucunun içiyle yavrusunun yüzündeki tozları alıyordu. Ağlamaktan göz pınarları kurumuş olacak ki, gözlerinden yaş gelmiyordu. Adıyaman’ın buz gibi havası insanın iliklerine kadar işliyordu, hastanenin ısıtma sistemi çalışmıyordu. Enkazlardan canlı çıkarılan çocuklar yalın ayak ve soğuktan titreyen bedenleriyle insanlar içinde bir umutla anne ve babalarını arıyordu. İki çocuk hastane içinde aramaktan vazgeçmiş olacak ki, hastanenin giriş kapısında içeriye giren insanların yüzlerine bakıyordu. Çocuklarla ilgilenen kimse yoktu, ne tanıdıkları ne de hiç kimseleri. Öylece sahipsiz ve yetim kalmışlardı! Yüzlerinde, açlığın ve bedenlerini titreten buz gibi havanın verdiği acıdan ziyade sahipsizliğin ve yalnızlığın acısı okunuyordu.

Karanlığa yayılan sesler

Depremin üzerinden neredeyse 20 saat geçmişti, etrafta ne sıcak aş, ne barınak nede takviye kurtarma ekipleri vardı. Diğer enkaz bölgelerine girmeye çalışsak bile tehlike henüz bitmemişti. Enkaz altında kurtarılmayı bekleyen ve karanlığa yayılan insan sesleri kulaklarımızı tırmalıyordu. Orada arama kurtarma faaliyeti yürüten birkaç asker bulunuyordu. Durumu onlara bildirerek, ‘şu, şu enkazlar da insan sesleri var, kurtarılmayı bekliyorlar’ dedim. ‘Asker yüzüme çaresizce baktı, hangi birine yetişelim, burada çok insan var ve bizim sayımız çok az. Ne sayımız yetiyor yetişmeye ne de alet edevatımız var. Elimizden geldikçe yetişmeye çalışıyoruz” ifadesiyle cevap verdi.  Bazı enkazlar karanlığa gömülmüştü, fakat bazı enkazların başında ateş yakarak bekleyen insanlar vardı. Çoğu deprem haberini alınca çevre il ve ilçelerden gelmiş, akrabalarının yardımına koşmuştu. Fakat geldikleri adreslerde tek akrabaları bile kalmamıştı. Tamamı oturdukları binanın enkazı altındaydı, gece olması ve aydınlatma olmaması sebebiyle gece çalışmalarını bırakmış,  üşümemek için enkaz başlarında ateşler yakmışlardı. Havada yoğun inşaat tozu ve yakılan ateşlerin yaydığı is kokusu hâkimdi. Adıyaman’da aslında yapacak çok işimiz vardı. Ancak diğer kentlere de yetişmeliydik. Gecenin geç saatinde Adıyaman’dan ayrılsak bile yüreğimizi ve aklımızı orada bıraktık. Anlık haberi yetiştirmek istesek bile mevcut koşullar el vermiyordu. Ne internet vardı nede iletişim adına bir şey….” 

 Yazının ikinci bölümü: KADERİNE TERK EDİLEN PAZARCIK

Editör: İdris YILMAZ